İnsanın coğrafyaya borcu olduğu gibi coğrafyanın da insana borcu vardır. Toprak hakkıdır, diyerek bu sefer coğrafyamız adına yazmak istiyorum.
Anka Kuşu (Simurg), dünyaya nam salmış da kuşlar arasında kurtarıcı bir bilge olarak bilinmiş. Şiirler onu yazmış, masal kahramanları onun uğruna yola çıkmış, gidilmiş de dönülmemiş. Ama asıl hikâye şöyleymiş.
Bir gün dünyadaki kuşlar zor duruma düşmüşler, Anka kuşunu bulup yardım istemeye karar vermişler. Yola revan olduklarında geçmeleri gereken yedi dipsiz vadi ile karşılaşmışlar. Bunları irade, aşk, akıl, inanç, birlik içinde olma, dürüstlük ve tevazu hasletleriyle aşabileceklerdir. Çeşitli sınanmışlıklardan sonra 30 kuş bu yedi vadiyi geçip Kaf Dağı’na ulaşmış. Ama oraya vardıklarında anlamışlar ki Simurg 30 demektir. Yani aradıkları Anka Kuşu kendileridir aslında.
Bu hikâye bize gösterir ki bir davada yola birçok insanla çıkılır. Ama menzile bu yedi haslete sahip olanlarla varılır. Bu topraklarda adanmışlık da Anka olacak inanç da vardır. Lakin mesele bizi yola düşürecek inanmış ruhları bulmakta.
Yaklaşık dört yıl evvel sayın Münir Karaloğlu ile Antalya’nın fethi hazırlıklarında ilk karşılaştığımda benim için sayın valinin hülyası Anka Kuşu’nu aramak gibiydi. Nasıl olacak dedim? Bunca yıldır kendini Attalos’un mirası zanneden bu coğrafyada Selçuklu Sultan’ı II. Gıyasettin Keyhüsrev’in dirilişi nereden başlayacak? Yıllardır Torosların eteğine inememiş, dağları mesken tutmuş Akça Kız, kervanını yeniden yola nasıl revan edecek? Göç çığlıkları, eli kınalı gelinlerin türküsünden kalkıp da nasıl tutacak Antalya sahillerini? Medeniyetimizin nişanesi Karatay Medresesi ders verilecek kadar nasıl ihya olur? Mevlevihane’de ney üfleyen inanmışlık bulunur mu? Yıkıntıların ortasında eksile eksile yükselen Şehzade Korkut camii ezanla nasıl buluşur? Alanya’dan Elmalı’ya uzanan Kaygusuz Abdal her iki toprakta da yeniden nasıl ayağa kalkar? Sinan-ı Ümmî’ye, Vehhab-ı Ümmî’ye bu toprakların vefa borcunu kim öder? Cihan Sultan’ı II. Abdülhamit Han’ın Patara’da kurduğu ilk telgrafhaneyi kim torunlarıyla buluşturur?
Bu tam olarak bu coğrafyanın kaybedilmiş zannedilen davasıydı. Birinin çıkıp buna bizi inandırması gerekiyordu. İşte bugün toprağımıza hakkını helal etmesini istediğimiz sayın vali, coğrafyamızı medeniyetinin anlı şanlı tarihiyle buluşturdu. Turizm adına, imar faaliyetleri adına, tarım, eğitim, ticaret adına yapılanların yanında sayın Karaloğlu, toplumun genetiğini ilgilendiren medeniyet davasını kaygı edinmiş bir vali idi. Türk-İslam kimliği ile şereflenmiş bu coğrafyada yolun büyüğü küçüğü yoktu, bizim adımlarımız vardı. Ve sayın vali, bu yollarda büyük adımlarla yürüneceğini gösterdi bize.
Yıllardır kendini Batıya ait hissetmeye çalışan, kimlik bunalımı içindeki genç nesil için gösterilecek bir gerçek vardı. O da Cemil Meriç’in ifadesiyle “Olympos’un çocukları Hira Dağı’nın evlatlarını kabul etmezler.” Öyleyse öze dönmek, bizi biz yapan değerlerle buluşmak vaktiydi ve Antalya valisi de bunu yaptı. İşte bu yüzden sayın Münir Karaloğlu, imar etmenin ötesinde ihya eden yaklaşımıyla Antalya’nın kalbinde müstesna bir yer edinmiştir.
Yöneticilerin gönlünde her ne varsa o, şehir olarak görünür aslında. Antalya’yı geçmişiyle barışık, geleceğine umutlu yollar açmış bir gülistan yapma hayaliyle yola çıkan herkesin inanmışlığı, bu coğrafyada ruh olur sonsuza kadar yaşar. İşte bu yüzden sayın Karaloğlu’nun ruhu da Antalya’da hep minnetle yaşayacaktır.
Şimdi Şehzade Korkut Camii’nin minaresinden, Karatay Medresesi’nin çay kokulu bahçesinden, Mevlevihane’de semaya durmuş Mevlevi’den, türbelerin taşlarından, eli kalbinde selam veren Kaygusuz Abdal’dan, öz medeniyeti ile şereflenmiş sahillerden, mevsimin hep bahar olduğu Toros Dağlarından, portakal çiçeği ile güzellenen Antalya caddelerinden, Kaş’tan Gazipaşa’ya gidilen her yoldan ve bu yörük diyarından bir ses yükselmektedir.
“Hakkımız size helaldir sayın vali.”