Temmuz benim hayatımda anılara açılan bir kapı gibi durur. Y. Abla’nın hüzne kesen gözleri, kederle yaş almış bir ananın incecik bir yara gibi sızlayan “kızıma tecavüz ettiler” fısıltısı, öğrencim Aliya ve ümmete umut bir sedadan duyulan Allah kelamının ardına durulan namaz…
Zaman 80’li yılların sonu… Mahallede Voltrancılık oynadığımız yıllar. Çocukluğumun yegâne çizgi filmi. Beş aslan, kâinatı korumak için bir robota dönüşür. Biri başı, ikisi kolları ve ikisi de bacakları oluşturur. Hepsi birleşince kötülere galip gelerek dünyayı kurtarırlar. Biz de mahallede oynuyoruz. Ben ısrarla başı oluşturan aslan olmak istiyorum. Erkek çocuklar “kızdan baş mı olurmuş” diye itiraz ediyorlar. (Cinsiyet ayrımı, erkek kadından üstündür algısı o yaşlarda başlıyor anlaşılan.) Her şeye rağmen kavga dövüş, başı ben oluşturuyorum. Sonra evde, zaten nadir vakitler çıkan Voltran’ı izlemek için geçiyorum televizyon karşısına. Tabi babam da her vakit kutsal bir görev gibi “Ajans başladı, geçin bu zırvaları” diye bağırıyor. O zamanlarda baba figürü “ajans” ve sıkıcı dakikalar anlamına gelirdi bizim için. Yıllar sonra bir baba olan eşimin haber tutkusuna artık şaşırmıyorum.
İlk kez o yıl Voltran izlemekten vazgeçtim. İlk kez ajansta gördüğüm çıplak ayaklı yollara düşmüş ağlayan çocuklara bakıyor, yırtılmış başörtüsünün kalan ucuyla gözyaşlarını silen anaları izliyor, çaresizlik ve utancın yükü ile iki büklüm olmuş babalara şaşırıyordum. Bulgarlar Müslümanlara ve Türklere akıl almaz eziyetler ediyor, yerlerinden yurtlarından kopararak sürüyorlardı. Turgut Özal da soydaşlarımıza kapıları açmış, insan Anadolu insanı bağrına basmıştı. Okul müdürümüz de köylüyü toplamış, evsiz yersiz yurtsuz kalan bu insanlar için barınma talebinde bulunmuştu. Babam alt katı boş olan evimizi açmış iki aileyi misafir etmiştik. Bulgaristan’dan göç ederek taa Alanya’ya gelen bu insanları yaklaşık bir yıl dostça ağırladık. İki farklı aile… İsimleri neydi, kimlerdi? Hiç hatırlamıyorum. Çocukluk aklımda ve ruhumda kalan bir tek gölge var sadece. Y. Abla… Onu bir hayal gibi bahçeye bakan pencerede uzaklara dalmış hatırlıyorum. Gözlerinde onarılmaz incecik bir sızı, bakanı hüzünlendiren garip bir buğu… Bir tek anası ile kaçıp kurtulabilmişler.
Bir gün annesi ile rahmetli anacığım odada fısıltı ile konuşurken azıcık aralık kalan kapıdan duyuyorum. Kocası ve oğlunu Bulgar tanklarının altında kaybetmiş kadıncağız. Sonra sanki yanlış yapan oymuş gibi utanarak ağlayarak yarım yamalak fısıldıyor, “kızıma da tecavüz etti soysuzlar.” Tecavüz nedir diye uzun uzun düşünmüş, anlamamış, gizlice kapı dinlediğim için korkumdan anneme de soramamıştım. Ama hissetmiştim ki Y. Abla’nın gözlerindeki hüznün sebebi buydu.
Yıllar sonra ben lisede öğrenciyken Y. Abla ile bir kez daha karşılaştık. Hemen tanıdı beni. Evlenmiş, bir çocuğu olmuş, adı Umut. Sarıldık, biraz konuşup ayrıldık. Arkasından bakarken artık tecavüz kelimesinin anlamını biliyordum. Ve Y. Abla’nın gözlerini hüzne kesen sızı hala duruyordu. Temmuzun kederi baştan ayağa Y. Abla olup yapıştı kaldı çocukluk anılarıma.
Sonra… Birkaç sene evvel bütünleme sınavı kötü geçmiş bir öğrenci kapımı çaldı. Yarım yamalak Türkçesi ile öğrenci değişim programından geldiğini, sınavının kötü geçtiğini, dersten geçer not alırsa memleketine döneceğini anlattı. “Benden not eklememi istiyorsun yani” diye bir tepki gösterdim. Az önce mahcup bir eda ile karşımda duran çocuk birden başını kaldırdı, gözlerinde mahzun ve keskin bir bakış, benden karşılıksız bir şey talep etmediğini, vereceğim bir ödevi hazırlayarak not almak istediğini anlattı. Sonra Temmuz’u var eden şu konuşma geçti aramızda:
“Adın ne senin?”
“Aliya.”
“Nerelisin Aliya?”
“Bosna Hersekliyim hocam.”
“Bütünlemeden geçebilmen için beş puana ihtiyacın varmış Aliya. Senin coğrafyan bizim gönlümüzde bir yaradır. Ben o beş puanı veriyorum sana.”
“Ben hak etmeden almam hocam.”
Gözlerimin önünden çocukluğumun Y. Ablası, Bosna’nın zulme uğrayan masum Müslümanları, tüm Müslüman coğrafyaların mazlum ve yalnız kaderleri geçti. Ezbere bildiği bir şiir varsa ve okursa kağıdına beş puan ekleyeceğimi söyledim. Ve Aliya, başladı okumaya… Sırp zulmünü, özgürlüğe giden yolda Bosnalıların mücadelesini ve liderleri Aliya’yı anlatan bir şiirdi. Boşnakça okudu, çevirisini yaptı sonra.
Bir Aliya’yı doğuran toprak, nesiller sonrasına acıyı emanet edip yeni Aliyalar doğuruyordu. Dersi geçip memleketine dönmek üzere vedalaşmaya geldiğinde Aliya, mevsim yaz, aylardan Temmuz’du…
Ve nihayet bu Temmuz… Temmuz’un 24’ü. Y. Abla’nın gözlerindeki acıdan, Aliya’nın mahzun ve mert duruşundan geçen bir lider, kaderi yalnızlık olan tüm Müslüman coğrafyalar için, “öksüz, hor ve yetim” Hak davası için Kur’an okuyor ve peşi sıra yüzbinler Ayasofya Camiinde namaz kılıyor.
Şimdi bana, “Ayasofya müze olarak kalmalıydı, ne gerek vardı. Bunun bir sürü boyutu, etkisi tepkisi var” diyenlere “Hocam çok gür perdeden konuşuyorsun, çok şovenist yaklaşıyorsun. Dava deyip duruyorsun ya bir de gerçekler var.” diyen içi kof, amaçsız insanlara sesleniyorum:
Her coğrafya kendi gerçeğini yazar ve yaşar. Müslümanlıkla yoğurulan topraklarda yalnızlık kaderse, değerlerine bağlanarak ayakta kalmak da görevdir. Bir yerlerde insanların ciğerleri sökülürken, vazgeçmeyip Y. Abla gibi Umut doğuranlar, çocuğuna Aliya ve Erdoğan adını ve ruhunu verenler varken Ayasofya’da kılınan namazı siyasete indirgemek büyük haksızlıktır. O namaz Y. Abla’nın umuduna, Aliya’nın emaneti nesline, dünyanın her yerinde ahı göğü tutmuş binlerce Müslüman’a adanmış bir namazdır. O hutbe, sayın Erbaş’ın sesini ve sözünü aşıp mazlumların boğazına düğümlenmiş acıların ortasına düşmüştür. Ve sayın Cumhurbaşkanımızın okuduğu o Fatiha “Hak davasına” sahip çıkışın vücut bulmuş halidir. Ülkeler liderler çıkarır, samimi ümmetler de umut doğurur. 24 Temmuz’da Ayasofya’da okunan o Fatiha umudun sesidir, ta kendisidir. Korkacak değil ayağa kalkacak ve küllerinden doğacak zamandır.